Olay Hikayesi

Hikaye ya da öykü edebiyatta çok yaygın ve keyifle okunan bir türdür. Bu yazıda olay hikayesi ya da olay öyküsü denen edebi ürünler üzerinde duracak, ardından da örnekler vereceğiz. Ancak konunun iyi anlaşılması için tanımdan sonra genel olarak öykü denir onu da vermeye çalışacağız.

Belirli bir olayın etrafında geçen hikayelere olay hikayesi denir. Olay öyküsü klasik bir öykü tarzıdır ve serim, düğüm, çözüm basamaklarının her üçünü de içerir. Hikayede olaylar başlar ve bir şekilde bir sonuca bağlanır.

Olay öyküsü tarzının kurucusu Fransız edebiyatçı Guy de Maupassant olduğu için “Maupassant tarzı öykü” de denir.

Hikaye (Öykü) Nedir?

Önce genel olarak öykü nedir öğrenelim. Ardından olay öyküsü ile ilgili örnekleri paylaşacağız.

  • Roman özelliklerine benzer ancak çok daha kısa olan edebi türe öykü denir.
  • Öyküde yaşanması mümkün ya da doğrudan yaşanmış olay veya durumlar yer ve zaman belirtilerek anlatılır.
  • Her öyküde bir anlatıcı, olay veya durum, kişiler, yer ve zaman ögeleri bulunmaktadır.
  • Öyküde giriş gelişme sonuç gibi serim düğüm ve çözüm denilen 3 bölüm oluşur.
  • Eğer hikayede olay ağır basıyorsa buna olay öyküsü denir. Klasik öykü olan bu türe Maupassant tarzı öykü de denir. Olay öyküsünün edebiyatımızdaki önde gelen temsilcisi Ömer Seyfettin’dir.
  • Hikayede geçen kişilerin içinde bulunduğu durumu ön planda tutan öykülere ise durum öyküsü denir. Durum öyküsü de modern öykü olarak adlandırılmaktadır. Bu türün 19. yüzyılda kurucu olan Rus yazar Anton Çehov’dan dolayı Çehov tarzı öykü olarak da adlandırılmaktadır. Sait Faik Abasıyanık bu tür öykünün bizim edebiyatımızdaki önde gelen temsilcisidir.

Genel olarak öyküler olay öyküsü (klasik öykü) ve durum öyküsü (modern öykü) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Olay hikayesi

Hikaye Türüyle İlgili Bazı İlkler

Tarihteki kabul görmüş ilk öykü İtalyan yazar Giovanni Boccaccio tarafından 1351 yılında yazılan Decameron Hikayeleri eseridir. Bu eser o dönemde Avrupayı yakıp geçen Veba salgınını anlatmaktadır.

Bizim edebiyatımıza Ahmet Mithat Efendi tarafından 1870 yılında çıkmaya başlayan Letaif’-i Rivayat adlı kitap serisiyle öykü türü girmiş olur.

Ancak batılı eserlerle yarışabilecek teknik özelliklere sahip ilk öykü ise Samipaşazade Sezai tarafından yazılan Küçük Şeyler eseridir.

Milli edebiyat dönemi ve sonrasında sayısız öykü yazılmaya başlanmış ve çok iyi öyküler edebiyatımızda yer bulmuştur. Bugün de öykü türünde eserler verilmeye devam edilmektedir.

Olay Hikayesinin Özellikleri

Şimdi de asıl konumuz olan olay öyküsüne geri dönelim. Olay öyküsü özellikleri iyi bilinirse aynı zamanda olay öyküsü nasıl yazılır da anlaşılır. Olay öyküsünün özellikleri maddeler halinde aşağıda sıralanmıştır:

  • Yapısı çok klasiktir. Romanın kısa versiyonu gibidir. Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini içerir. Bunlara öyküde serim, düğüm ve çözüm denir.
  • Öyküde yaşanan olay ön plandadır. Bu nedenle olayın gidişatı ve sonuca bağlanması baştan iyi bir şekilde planlanmıştır.
  • Olay öyküsünün orta kısmında genellikle gerilim oluşur. Sonra da olay bir sonuca bağlanır. Bazı olay örgüleri şaşırtıcı sonlarla sona erer.
  • Olay öykülerinde entrikalar, çeşitli dikkat çekici olaylar vardır. Kişiler iyi veya kötü yönleriyle ön plana çıkarlar. Zıtlıklar belirginleşir.
  • Konular genellikle gerçek hayattan alınır ve gerçek hayatla paralellik gösterir.
  • Bazı olay öykülerinde üzücü olarlar aktarılır. Bazılarında ders verme ve bir şeyler öğretme isteği ön plandadır.
  • Olayların ilgi çekici olması için merak unsuru ön plana çıkarılır. Ayrıntılı anlatım söz konusudur.
  • Olay için seçilen yer ile kişiler arasında genellikle sıkı bağ vardır. Kişiler ve mekanlar detaylı tasvir edilir.

Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin gibi gibi edebiyatçılarımız olay öykülerinde başarılı eserler vermişlerdir.

Olay Hikayesi Örnekleri

Biraz da örnek öyküler verelim. Böylece olay öykülerinin neye benzediği hakkında da fikrimiz olur. Ayrıca olay öyküsü nasıl yazılır diyorsanız bunları örnek olarak kullanabilirsiniz.

Örnek 1: Kaşağı (Ömer Seyfettin)

AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti.

Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz,

– Ben de yapacağım! diye tuttururdum.

O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,

– Hadi yap! derdi.

Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.

– Kuyruğunu sallıyor mu?

– Sallıyor.

– Hani bakayım?..

Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

Her sabah ahıra gelir gelmez,

– Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.

– Yapamazsın.

– Niçin?

– Daha küçüksün de ondan…

– Yapacağım.

– Büyü de öyle.

– Ne zaman?

– Boyun at kadar olduğunda….

At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.

– Sanırım acıtıyor? dedim.

Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.

Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:

– Gel buraya!

Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,

– Bilmiyorum, dedi.

Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,

– Hasan dedim.

– Hasan mı?

– Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.

– Niye Dadaruh’a haber vermedin?

– Uyuyordu.

– Çağır şunu bakayım.

Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:

– Eğer yalan söylersen seni döverim!

– Söylemem.

– Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?

Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,

– Ben kırmadım, dedi.

– Yalan söyleme, diyorum.

– Ben kırmadım.

– Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi.

– Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı.

Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi.

Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.

Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

– Niye ağlıyorsun? diye sordum.

– Kardeşin hasta.

– İyi olacak.

– İyi olmayacak.

– Ya ne olacak?

– Kardeşin ölecek! dedi.

– Ölecek mi?

Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu.

Pervin’i uyandırdım.

– Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim.

– Niçin?

– Babama bir şey söyleyeceğim.

– Ne söyleyeceksin?

– Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.

– Hangi kaşağıyı?

– Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a darıldığı…

Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı

– Yarın söylersin, dedi.

– Hayır,. şimdi gideceğim.

– Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.

– Pekala!

– Haydi şimdi uyu!

Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.

Örnek 2: Gözyaşı (Refik Halit Karay)

Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:”Dilin Anadolulu’ya benzemiyor. Rumeli’li misin sen?” “Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm.”   Anlıyor ki önceleri sarışın imiş, mavi gözlü imiş.

Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir tasa, kaygı tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı, zamanında, onun ağız tadını kaçıracak. İçinden: “Bir başkasını bulunca savarım!”Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor! Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, kaçış için ne taşıt varsa hepsi hazır oluyor.

Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…

Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi atla koşuyor, kaçıyor.

Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!

Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su katmanları, gece… Dinliyorlar: Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı…Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duruyor.”Uyuma Ali, diyor, uyuma!”Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:”Uyuma Ali, diyor, uyuma!”Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:”Uyuma Emine’m, diyor uyuma!”Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:”Uyu ciğerim, diyor, uyu Osman’ım!

At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, yılgın bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları olasılığı çoğalıyor.

Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin güçsüzlüğüne bakarak kötü kötü düşünmektedir. İçindeki en ürkütücü korku şimdi şudur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.

Önce çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak gücünü bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Çünkü durmadan ilerleyen felâket topluluğundan ayrı düşmek Ayşe’ye her şeyden daha korkunç geliyor.

Fakat geride kaldığını anlayıp bir süre sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek olanağı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek gerekir.

Hangisini?

Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan güçsüz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, kımıltısız, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, acı çekmeden, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek…Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor.

Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir yıkıntıdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek güç gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, sonunda bir duyumayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendiliğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.

Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini duyuyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, özengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir özlemden sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma süregitmede, yağmur ve çamur da beraber…

Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, şaşılacak bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye atılıyor.Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.

Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme!

Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya, sürekli, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felâketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:”Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!”Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hâlâ: “Kalk Ali, kurtulduk Ali.”Diyor, gülümsüyor, kesintisiz, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor. Hizmetçi donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti:

-Bey, dedi, işte o günden beri ben ağlayamam,ağlamak istesem de bilmem ki neden gözlerimden yaş gelmiyor! …

Yorum YAZIN

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

18 + seven =